Değerli yazarlarımızdan Mümtaz’er Türköne’nin bir kitabı yayınlanmıştı geçtiğimiz yıllarda. Etkileşim Yayınları’ndan çıkan, Türkiye’nin Kayıp Halkası isimli kitabı görünce “benim kayıp halka olarak nitelendirdiğim durumu mu yazmış?” diye merak ettim. Kitabı inceleyince, Türköne’nin, başka bir konudan, sivil toplum kuruluşlarından, bahsettiğini gördüm.
Aslında Türkiye’de sivil toplum için de kayıp halka tabirini kullanmak mümkündür. Ancak sivil toplum kuruluşlarının kayıp halka olması durumu tamamen farklıdır ve başka bir yazının konusu olabilecek kadar da geniştir. Kaldı ki, yukarıda da bahsettiğim gibi bu konuda kitap (kitaplar) yazılmıştır.
Benim kayıp halka olarak isimlendirdiğim olgu tamamen farklı. Ne zaman kayıp halka tabiri kullanılırsa kullanılsın benim aklıma hep harf inkılâbıyla kaybedilen nesil geliyor. Zaten Atatürk’ün en çok eleştirilen ve en zor kabul gören inkılâbı, harf inkılâbıdır.
Yapılanın doğru olup olmadığını tartışmak bir tarafa ben daha çok bu devrimin sonuçlarına bakıyorum. Harf devrimi sonucunda Türk Milleti, tam anlamıyla cahil bir toplum olarak ortada kaldı. Bu haliyle bu millete artık toplum değil de kalabalıklar denebilirdi. Çünkü bir gecede bir milletin geçmişiyle olan tüm bağları kesilmiş; milletin, dağarcığında ve literatüründe olanlarla iletişimi sıfırlanmış; eski bilgi ve birikimi tamamen çöpe atılmıştır.
Yeni Türkiye’nin yeni nesilleri artık geçmişi ve geçmişini okuyamıyor, farkında olmadan gülünç duruma düşüyordu. Çünkü dünya, geçmişini bu şekilde bir çırpıda silen başka bir topluma henüz şahit olmamıştı. Geçmişiyle hesaplaşma adına böyle komplekse bu zamana kadar hiçbir devlet tenezzül etmemişti.
Memleketin kraldan daha kralcı olan yavşakları, geçmişle ilgili ne kadar kaynak varsa hepsini ya yakıyor ya da hurda kâğıt fiyatına Batılı ülkelere satıyordu. Bu durum en çok da İngiltere ve Amerika’nın hoşuna gitmişti. Çünkü onlar için ülkelerin ve toplumların geçmişlerine sahip olmak geleceklerine de sahip olmakla aynı anlama geliyordu.
Şimdilerde bizimkiler bu devrimle ilgili hâlâ Batıyı referans göstermekte ve “bakın o gün bizi Batılılar da destekliyordu; yapılan şey yanlış olsaydı onlar bizi hiç destekler miydi?” diyerek durumu kurtarma politikasını devam ettirmektedirler. Siz hiç, sizin boyanızla boyalanan biri için “çok kötü bir şey yapmışsın” der misiniz?
Harf devriminin üzerinden onarca yıl geçti. Türkiye hâlâ geçmişini okuyamıyor. Şimdi biz, Osmanlı’dan önceki geçmişimizi Türkologlardan, Osmanlı dönemimizi ve İslâmi geçmişimizi ise oryantalistlerden öğrenmeye ve bu şekilde aydınlanmaya(!) devam ediyoruz.
Bu devrimin yapılması zorunlu görülmüş olabilir. Bu zorunluluk böyle bir aceleciliği doğurmamalıydı. Daha yumuşak bir geçiş politikası izlenebilir; harf devrimi uzun bir sürece yayılabilirdi. Bir süre her iki alfabe de zorunlu olarak kullanılıp daha sonra Latin alfabesine geçilebilirdi. Böylece, bugün üzerinde konuştuğumuz durum gerçekleşmiş olmazdı.
Kaldı ki böyle bir devrime ihtiyaç duyulmayabilirdi de. Arap alfabesini öğrenmenin zor olduğunu, bu zorluktan dolayı da Osmanlı’da okuma-yazma oranının yok denecek kadar az olduğunu, böylece millet olarak geri kaldığımızı ileri sürmek de pek inandırıcı bir gerekçe olamaz. Dünyada bütün ileri ülkelerin Latin alfabesini kullanmadığını anaokuluna giden öğrenciler bile bilmekteyken böyle bir gerekçenin arkasına sığınmak da düşündürücüdür.
Japonya, Rusya, İsrail, Çin ve İran harf devrimi yapmadan da dünyaya meydan okuyabilmektedirler. Ki okuyorlar da…
Şimdi ne yapmak gerekiyor? Bir harf devrimi daha mı? Asla… Bu millet bir harf devrimini daha kesinlikle kaldıramaz. Henüz bir devrimin açmazları aşılamamışken yeni bir devrim tamamen yıkım olur. Yapılması gereken mevcut durumu lehimize döndürmenin yollarını bulmaktır. Bunu yaparken de geçmişe düşman değil de dost pozisyonunda olmak gerekiyor. Çünkü geçmiş dünden ya da önceki günden ibaret değildir. Bizim geçmişimiz, bizim geçmişimizin tamamıdır.
Bunu bilen ve bu bilinci aktaracak nesiller yetiştirmekte fayda var.
Aslında Türkiye’de sivil toplum için de kayıp halka tabirini kullanmak mümkündür. Ancak sivil toplum kuruluşlarının kayıp halka olması durumu tamamen farklıdır ve başka bir yazının konusu olabilecek kadar da geniştir. Kaldı ki, yukarıda da bahsettiğim gibi bu konuda kitap (kitaplar) yazılmıştır.
Benim kayıp halka olarak isimlendirdiğim olgu tamamen farklı. Ne zaman kayıp halka tabiri kullanılırsa kullanılsın benim aklıma hep harf inkılâbıyla kaybedilen nesil geliyor. Zaten Atatürk’ün en çok eleştirilen ve en zor kabul gören inkılâbı, harf inkılâbıdır.
Yapılanın doğru olup olmadığını tartışmak bir tarafa ben daha çok bu devrimin sonuçlarına bakıyorum. Harf devrimi sonucunda Türk Milleti, tam anlamıyla cahil bir toplum olarak ortada kaldı. Bu haliyle bu millete artık toplum değil de kalabalıklar denebilirdi. Çünkü bir gecede bir milletin geçmişiyle olan tüm bağları kesilmiş; milletin, dağarcığında ve literatüründe olanlarla iletişimi sıfırlanmış; eski bilgi ve birikimi tamamen çöpe atılmıştır.
Yeni Türkiye’nin yeni nesilleri artık geçmişi ve geçmişini okuyamıyor, farkında olmadan gülünç duruma düşüyordu. Çünkü dünya, geçmişini bu şekilde bir çırpıda silen başka bir topluma henüz şahit olmamıştı. Geçmişiyle hesaplaşma adına böyle komplekse bu zamana kadar hiçbir devlet tenezzül etmemişti.
Memleketin kraldan daha kralcı olan yavşakları, geçmişle ilgili ne kadar kaynak varsa hepsini ya yakıyor ya da hurda kâğıt fiyatına Batılı ülkelere satıyordu. Bu durum en çok da İngiltere ve Amerika’nın hoşuna gitmişti. Çünkü onlar için ülkelerin ve toplumların geçmişlerine sahip olmak geleceklerine de sahip olmakla aynı anlama geliyordu.
Şimdilerde bizimkiler bu devrimle ilgili hâlâ Batıyı referans göstermekte ve “bakın o gün bizi Batılılar da destekliyordu; yapılan şey yanlış olsaydı onlar bizi hiç destekler miydi?” diyerek durumu kurtarma politikasını devam ettirmektedirler. Siz hiç, sizin boyanızla boyalanan biri için “çok kötü bir şey yapmışsın” der misiniz?
Harf devriminin üzerinden onarca yıl geçti. Türkiye hâlâ geçmişini okuyamıyor. Şimdi biz, Osmanlı’dan önceki geçmişimizi Türkologlardan, Osmanlı dönemimizi ve İslâmi geçmişimizi ise oryantalistlerden öğrenmeye ve bu şekilde aydınlanmaya(!) devam ediyoruz.
Bu devrimin yapılması zorunlu görülmüş olabilir. Bu zorunluluk böyle bir aceleciliği doğurmamalıydı. Daha yumuşak bir geçiş politikası izlenebilir; harf devrimi uzun bir sürece yayılabilirdi. Bir süre her iki alfabe de zorunlu olarak kullanılıp daha sonra Latin alfabesine geçilebilirdi. Böylece, bugün üzerinde konuştuğumuz durum gerçekleşmiş olmazdı.
Kaldı ki böyle bir devrime ihtiyaç duyulmayabilirdi de. Arap alfabesini öğrenmenin zor olduğunu, bu zorluktan dolayı da Osmanlı’da okuma-yazma oranının yok denecek kadar az olduğunu, böylece millet olarak geri kaldığımızı ileri sürmek de pek inandırıcı bir gerekçe olamaz. Dünyada bütün ileri ülkelerin Latin alfabesini kullanmadığını anaokuluna giden öğrenciler bile bilmekteyken böyle bir gerekçenin arkasına sığınmak da düşündürücüdür.
Japonya, Rusya, İsrail, Çin ve İran harf devrimi yapmadan da dünyaya meydan okuyabilmektedirler. Ki okuyorlar da…
Şimdi ne yapmak gerekiyor? Bir harf devrimi daha mı? Asla… Bu millet bir harf devrimini daha kesinlikle kaldıramaz. Henüz bir devrimin açmazları aşılamamışken yeni bir devrim tamamen yıkım olur. Yapılması gereken mevcut durumu lehimize döndürmenin yollarını bulmaktır. Bunu yaparken de geçmişe düşman değil de dost pozisyonunda olmak gerekiyor. Çünkü geçmiş dünden ya da önceki günden ibaret değildir. Bizim geçmişimiz, bizim geçmişimizin tamamıdır.
Bunu bilen ve bu bilinci aktaracak nesiller yetiştirmekte fayda var.
Süleyman S. Aras
0 yorum:
Yorum Gönder
1- İsminizi (en azından bir rumuz) lütfen yazınız!
2- "Susma hakkı"nı kullanma. Susma! Hakkını kullan...
3- Senin sevdiğin kişi ve değerlere eleştirel yaklaşmış olabilirim. Bunun için hakaret ve küfür içerikli yoruma gerek yok, sen de eleştir.
4- Hakaret ve küfür içeren yorumlar onaylanmaz/yayınlanmaz.